Başkanlık sistemi… Yarı mı olsun, tam mı?

OLMAZSA OLMAZ (!) BAŞKANLIK Başkanlık sistemi… Yarı mı olsun, tam mı? Fransız modeli mi olsun yoksa Amerikan modeli mi? Monarşinin güncel karşılığı mı yoksa modern padişahlık mı? İyi incelemek

OLMAZSA OLMAZ (!) BAŞKANLIK

Başkanlık sistemi…

Yarı mı olsun, tam mı?

Fransız modeli mi olsun yoksa Amerikan modeli mi?

Monarşinin güncel karşılığı mı yoksa modern padişahlık mı? İyi incelemek gerek…

Birçok ülkede geçerli fakat yalnızca Amerika'da başarıyla sonuçlanmış bir sistem başkanlık sistemi…

Türkiye Cumhuriyeti’nin son döneminde başkanlık sistemini isteyenler nedense hep iktidarın en tepesinde oldukları an istemişler…

Merhum Özal’ın 32.gün programına verdiği röportajında istediği modelin; “Fransa gibi değil, daha çok Amerika gibi” diyerek Fransa gibi yarı başkanlık değil, Amerika gibi tam başkanlık sistemi istediğini belirtiyor.

Özal başkanlık sisteminin gerekçesi olarak; “ Bakanların bizim tecrübelerimize göre, parlamento dışından olması lazım. Çünkü altı senelik parlamento hayatımda şunu gördüm, bakanlarla milletvekilleri arasında devamlı problem çıkıyor. Çünkü bakanın da seçim kaygısı vardır. Milletvekilinin de seçim kaygısı vardır. Aynı yerde veya aynı grupta olmadıkları takdirde birbirlerine zıt hareketler yapıyorlar ve dejenerasyon başlıyor.

Devamında Birand’ın; “Bir taraftan da tek adamlık tehlikesi çıkmıyor mu ortaya, bir denetim var yani mecliste şuan” sorusu üzerine de Özal; “Bugün bir denetim yok. Çünkü hükümet koalisyon da olsa tek parti de olsa meclise hakim oluyor” diyor.

Atatürk’ün bakanlık sistemi ile ilgili görüşlerine ve eylemlerine bakıldığında ise net bir fikir edinmek mümkün.

Orhan Çekiç’in “1938 Son Yıl” kitabında yazdığı gibi;

Devlet Başkanı’nın aynı zamanda fiilen Başbakanlık görevini de üstüne alması gerektiği tartışmalarının yapıldığı sırada, Atatürk, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a: “Şaşarım o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.” diyor…

Atatürk, “Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, Reisicumhurlukla Başvekaleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.” söylemi ile de, Atatürk’ün arkasında halk desteği ve Cumhuriyetin kurucu gücü olmasına rağmen Amerika tarzı bir başkanlık sistemini ve başkan olmayı asla istemediğini anlamak mümkün.

Bu aralar farklı açılardan yaklaşarak akıl karıştırıcı söylemler de var. “Başkanlık Sistemi’ni savunanlar, merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’i referans gösterir, Dokuz Işık adlı eserinden pasajlar okur olmuş.

Gerçekten de Başbuğ’un 1977 yılında yayınlanan ve bir yıl sonra genişletilerek kaleme aldığı ve ikinci baskısı yapılan kitabında:

“…Miliyetçi Hareket Tek Başkan Tek Meclis sistemini savunur. Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Türk Milleti dünya imparatorlukları kurduğu devirlerde kuvvetli, adil ve hızlı icra sistemini uygulamıştır. Kuvvetli ve hızlı icra, icra gücünün tek elde toplanmasıyla mümkündür. Bunun için Tarih ve Töremize uygun olarak Başkanlık Sistemini savunuyoruz…”  ibaresi geçiyor.

Bilinmelidir ki o dönem şartlarında ifade edilmek istenen: “Senatonun kaldırılması” ve bu böylelikle iki meclis olarak yürütülen yapının  “Tek Meclis”e dönüştürülmesidir. Tarifi yapılan başkanlık sistemi budur.  Bugün meydanlarda söylenen bu tez,  Senato’nun 1980’de kaldırılarak  “Tek Meclis”e geçilmesi ile zaten boşa çıkmış oluyor.

Şu da var ki; Başbuğ Alparslan Türkeş’in 1977’de kaleme aldığı kitabından vefatına kadar hiçbir söyleminde veya yazısında “Başkanlık Sistemi”ne değinmemiş olması O’nun bu cümleyi zamanın şartlarına göre değerlendirmesi neticesinde söylediğinin ispatıdır.

Görüldüğü üzere, “Başkanlık Sistemi” Cumhuriyet Tarihi’nin değişik dönemlerinde gündeme gelmiş, her dönem içinde bulunulan devrin şartlarına göre yorumlanmış,  hiçbir durumda bu günkü kadar “olmazsa olmaz” şeklinde topluma servis edilmemiştir.