Hani bizde bir laf vardır...

'TAKKECİ İBRAHİM AĞA'NIN HANIMINI GEÇTİK! Hani bizde bir laf vardır, ağzı olan konuşuyor! Öyle bir yaratık olduk ki ağzından çıkanı kimse duymuyor… Devletin sırrıdır mırrıdır her şey

“TAKKECİ İBRAHİM AĞA”NIN HANIMINI GEÇTİK!

Hani bizde bir laf vardır, ağzı olan konuşuyor!

Öyle bir yaratık olduk ki ağzından çıkanı kimse duymuyor…

Devletin sırrıdır mırrıdır her şey meydanda!

Ha devlet sırrı dediğimiz o devletin milletinin menfaatinde olan işlerdir.

Dünyaya baktığımızda her güçlü ve gelişmiş ülkelerin devletleri için namahremleri vardır.

Yani bu tür devletler kendi çıkarları için etkili ve yetkililer bazı sırları kesinlikle dışarı sızdırmaz veya sızdıramaz…

Ama bizim ülkede iş böyle mi dersiniz?

Ne mümkün her şey meydanda…

Yahu insanların bile namahrem yerleri veya işleri vardır.

Devletin de devamlılığı için milletinin menfaatine bazı gizli işleri vardır ve olacaktır da…

Bizim ülkede bazı siyasetçi, bürokrat, gazeteci, amiri memuru sanki asli göreviymiş boş boş konuşur…

Bu milletinin veya devletinin menfaatine mi ona asla bakmazlar…

Konuşalım da ne olursa olsun…

Siz hiç dünyayı idare eden sömüren ülkeler; Amerika, İngiltere, Almanya gibi ülkelerdeki siyasetçilerinin veya bürokratlarının gazetecilerinin bizdekiler gibi konuştuğunu duydunuz mu?

Duyamazsınız, Çünkü adamlar devleti ve milleti için görevlerini yapıyor.

Onun içindir ki dünyayı sömürüp vatandaşlarının refahını sağlıyorlar!

Bizdekilerin ağızlarından adeta salyalar akmakta…

Bu ne kin ve düşmanlık…

Düşmanımız bizim yaptıklarımızı bize yapmıyor…

Ağzımız yalamalaştı!

Herkes bu dünyadaki ömrünü görevini bitirip bu dünyadan göçüp gidecek…

Bu dünyada herkesin bir imtihanı var!

Her insan bulunduğu halde imtihandadır… Kral Krallığı ile Siyasetçi siyasetçiliği ile bürokrat bürokratlığı ile Yoksul yoksulluk halinde imtihanda, varlıklı da varlıklı halde imtihanda…

İnsanlar bulundukları halin imtihanını verebilmek için ekonomik imkânı mütevazı durumda olanlar, bulundukları hale şükretmeli, tahammül göstermeli, “Bu da geçer ya Hu” Rabbimizden iyi günler geleceğini ümitle beklemeli…

Müsait durumda olanlar da şımarmamalı, isyana, günaha, sapmamalı, onun mükellefiyetini yerine getirmeli ki, o da zenginlikte imtihanını kaybetmemeli.

Rivayete göre 1500 yıllarında İstanbul’da yaşamış “Takkeci İbrahim Ağa” diye biri varmış…

Bu “Takkeci İbrahim Ağa’nın” bir hikâyesi var;

İstanbul Topkapı’da “Takkeci İbrahim Ağa” Camii adında bir cami vardır. Bu cami, geçmiş devrin çini sanatını da bu güne taşımıştır. Bu caminin enteresan bir yapılışı vardır. O zaman bu caminin olduğu yerde “Takkeci İbrahim Ağa” diye bir adamın gecekondusu vardı. Bu adamın mesleği de fes, kalpak ve takke yapmaktı. Bu adam yaptığı takkeleri fesçiler çarşısında satar, oradan kazandığı paralarla hayatını devam ettirirdi.

Bir gün şöyle der; “Ya Rabbi, bu mütevazı imkânla ben ömrümü sürüp gidiyorum. Sen bana bir servet lütfetsen de bu civarda cami yok, şuraya bir güzel cami yapsam.”

“Takkeci İbrahim Ağa” böyle dua ederken bir gün bir rüya görür. Ak sakallı, nur yüzlü bir buna der ki; “İbrahim Ağa sen boşuna buralarda kısmet arama. Senin kısmetin aslında Bağdat’ta. Bağdat meydanında köprünün yan tarafındaki avlunun içinde bir hurma ağacı var. Hurma ağacına sarılı vaziyette bir üzüm asması var. Senin kısmetin orada. Sen Bağdat’a gideceksin, o hurmadan ve üzümden yiyeceksin. Ondan sonra kısmetin açılacak.”

Bu rüyayı “İbrahim Ağa” bir defa görür, önemsemez, ikinci defa görür, yine ehemmiyet vermez. Aynı rüyayı üçüncü defa görünce “İbrahim Ağa” bu işe takılır, der ki; “bunda bir hikmet var, demek benim kısmetim Bağdat’ta. Gideyim, kısmetimi bulayım.”

Ve “İbrahim Ağa” çarığı çeker, heybesini sırtına alır, azığını doldurur, yola düşer. Nihayet Bağdat’a varır. Tarif edildiği şekilde hurma ağacını ve ona sarılı asmayı bulur. Hemen hurma ağacından hurma, asmadan da üzüm yer. Derken yol yorgunluğunun da etkisi ile rehavet basar ve olduğu yerde uyuyakalır. “İbrahim Ağa” rüyasında karşısına yine aynı zat çıkar, tebessüm etmektedir.

Hayrola “İbrahim Ağa” ne işin var burada?

“Ne işim olacak” der, “mesele malum. Geldim bakalım, burada servet bize nereden gelecek?”.

Ak sakallı zat başlar gülmeye. “Sen de amma saf adammışsın. Bir rüyaya takılır da, insan ta Bağdat’a gelir mi?”

“Ama” der, “bir defa değil ki, üç defa gördüm aynı rüyayı.”

“Olsun, üç defa gör” der, “ben de üç defa bir rüya gördüm. İstanbul’a gidiyormuşum”

“Hayırdır inşallah, sen ne rüya gördün?”

“Bana rüyamda, ‘İstanbul’a git, Topkapı surlarının dışında “Takkeci İbrahim Ağa” diye birisi vardır. Onun evinin bodrumundaki kömürlüğünde hazine var, bir yolunu bul, o evi satın al, oradaki hazineyi çıkar, zengin olursun’ dediler. Üç defa ben bu rüyayı gördüm, ama kalkıp da İstanbul’a gidiyor muyum?” ve kaybolup gider ak sakallı zat.

Neden sonra “İbrahim Ağa” gözlerini açar bakar ki, ak sakallı zat yoktur, fakat rüyada da enteresan bir şey söylemiştir, kendi evinin bodrumunda hazine olduğundan bahsetmiştir.

“Takkeci İbrahim Ağa”, “kısmetimiz açıldı demek ki” diyerek tekrar yola çıkar. Yaya, dağları aşar, çölleri geçer, sıkıntı, yorgunluk derken nihayet İstanbul’a gelir. Evine gece gelir. Ama uyuması mümkün değildir. İlla kömürlüğe girip öyle birşey olup olmadığını tespit edecektir.

Kısa bir yorgunluk attıktan sonra, gece yarısı kazmayı alır, kömürlüğe iner, daha ilk kazmayı vuruşta kazma birşeye takılır. Yavaş yavaş toprağı kaldırır, bakar ki bir küp. Ağzını açar, çil çil altınlar. Hemen üzerini kapar. Bundan sonra “Takkeci İbrahim Ağa” nın gözüne uyku girmez. Artık hazinenin üzerinde oturmaktadır. Şimdi ne yapacak, sözünde durabilecek mi?

Sabaha kadar uyuyamaz. Ama uyuyamayışı bu serveti camiye kullanmayayım duygusundan değildir. Düşündüğü şey şudur; “Ben bu küpü buradan” çıkarırsam, bu hanım da bunu duyarsa, bu sırrı saklayabilir mi? Hanımını kendisi herkesten iyi tanımaktadır. “Saklar, saklayamaz” derken, “Bu hanım bu sırrı saklayamaz, herkese duyurur, başıma işler açar, benim de bu servet elimden gider, bu camiyi yaptıramam” diye endişeyle düşünürken, “ Şu hanımı bir deneyeyim bakayım” der, “acaba sır saklayabilecek mi?”

“Takkeci İbrahim Ağa” hanımını enteresan şekilde bir denemesi vardır. “Karnım ağrıyor, rahatsızım” diye yatakta kıvranmaya başlar. Hanımı merak eder;

“Ne var, ne oldu?”

“Yolda ne olduysa bilemiyorum hanım, karnım ağrıyor” diye biraz daha kıvrandıktan sonra, daha evvel yanında getirdiği yumurtayı çıkarır.

“Oh be rahatladım, elhamdülillah, kurtuldum” der. Hanım, “Ne oldu?” der.

Yumurtayı gösterir, “Kimseye söyleme, yumurta yumurtladım. Demek ki o karnımdaki rahatsızlık bu yumurtadanmış. Ama sakın ha kimseye söyleme.”

“Söyler miyim bey, söyler miyim hiç, aramızda sır kalacak” der. “Takkeci İbrahim Ağa” bir daha ısrarla kimseye söylememesini tembihler.

Sabah olur, “Takkeci İbrahim Ağa” abdestini alır, Cuma namazına gidecektir. Yola çıkar. Yan taraftan birisi, “Hey İbrahim Ağa, geçmiş olsun, yumurta çok mu büyüktü?” Şaşırır.

“Ne yumurtası?” “hadi hadi saklama” diye üsteler adam.

Biraz daha ileri varır, bir başkası, “İbrahim Ağa iyi yumurta yumurtlamışsın, bir daha dünyaya geldik yahu. İnsanın yumurta yumurtladığını da ilk defa duyduk” diye arkasından bağırır.

Biraz daha ileri varır. İki kadın konuşmaktadır; “Hey komşu duydun mu? İbrahim Ağa yumurta yumurtlamış.”

“Nereden duydun?”

“Hanımı geldi söyledi, ama tenbih etti bana, sakın kimseye söyleme dedi, ben sadece sana söylüyorum.”

“Takkeci İbrahim Ağa”, herkesin diline düşmüştür, yumurta yumurtladığı dillere destan olmuştur. Der ki; “Bu hanım bir yumurta sırrını saklayamadı. Şimdi nasıl olacak da, şu bizim mahzendeki içi altın dolu küpün varlığını saklayacak? İyisi mi bu hanımım ve çocuklarımdan hiç kimsenin bu altından haberi olmasın.”

“Takkeci İbrahim Ağa”, bu tecrübeden sonra hanımına bir daha sır verir mi? Doğruca mimarlar odasına gider. O gurubun başını bulur. Onunla gizlice pazarlık yapar, planı programı her şeyi çizdirir. Ve bulunduğu yere, kendi arsasına güzel bir cami yaptırır. Ve yaptırdığı caminin parasını gizli gizli öder. Çalışanlara ücretlerini ve masrafları vererek hazineyi tümüyle o caminin yapımında kullanır.

Yani “Takkeci İbrahim Ağa” “Ya Rabbi, bana servet verirsen ben bununla cami yaptıracağım” deyip de servet eline geçince vaadinden dönmez. Eline geçen hazinenin tümünü camiye harcar ve caminin adını halk, “Takkeci İbrahim Ağa” Camii koyar. “Takkeci İbrahim Ağa” bu camide iki sene namaz kılar 1594 yılında vefat eder.

“Takkeci İbrahim Ağa” imtihanını başarıyla vermiştir. Önce fakirliğiyle, sonra da zenginliğiyle…

Evet, İnsanlar bu dünyada imtihandalar…

Hanımına söylese idi cami yapılamayacaktı…

Ne mümkün!!!

Bizdekiler de aynı “Takkeci İbrahim Ağa”nın hanımı gibi…