Ferruh ÇETİN'den anılar...
Ferruh ÇETİN'den anılar
07 Ocak 2015 - 22:27
Ferruh ÇETİN'den anılar...
YEDİKLERİMİZDEKİ TEHLİKENİN NE KADAR FARKINDAYIZ?
Bizim meslekten olan Şengül Durucu, üşenmemiş ve "Yiyecek Üreticilerinin Bilmemizi Asla İstemediği 14 Tehlikeyi" yalın bir uslüple kaleme almış.
Her gün pazardan, kim olduğu bilinmeyen üreticiden ve de halkı sömürmek için kurulan o koca koca dev mağazalardan aldığımız gıda maddelerinin ne kadar güvenli olup olmadığına aldırmadan satın aldığımız yiyeceklerle karnımızı doyurmaya çalışmamız işte bu yazının içeriğinde de göreceğiniz gibi bizi, çocuklarımızı ve ailemizin tüm fertlerini olmadık hastalık illetlerine bulaştırıyor.
O nedenle bu yazı dizisini dikkatlice okumanızı tavsiye ediyoruz.
YİYECEĞİN İLACIN MI?
M.Ö. 400’lerde Hipokrat, insan vücudunun doğuştan kendini iyileştirme yetisi olduğuna inandı; öyleydi de.
Ve ta o zamanlarda, bugün modern çağda çevrecilerin, doğaseverlerin söylediği şeyi söyledi: “Bırak yiyeceğin ilacın olsun, ilacın yiyeceğin…” İnsanların yapması gereken sadece ne yediğine dikkat etmek ve sağlıklı beslenmekti. Aradığı her türlü şifa, doğada vardı. Fakat bunun bilinmesi kimseye para kazandırmazdı. İlaç, sağlık ve elbette gıda endüstrisi para istiyordu. İnsanların özensizliği, kapitalistlerin para hırsıyla birleşti; diyabet, obezite, kalp hastalıkları ve kanser arttı. Genetiği değiştirilmiş bitkiler, doğal ortamını unutmuş hayvanlar, gıda katkı maddeleri, haftalarca beklese dahi bozulmayacak kadar yapay gıdalar…
Artık uyanma ve Feuerbach’ın “Ne yersen, osun.” sözüne kulak verme zamanı gelmedi mi?
TAZE ÜRÜN TÜKETENLERDEN MİSİNİZ?
Süpermarketten bir şeyler aldınız, taze olduğunu düşünüyorsunuz. Ama siz onu satın alana kadar en iyi ihtimalle 1 hafta geçti. Şöyle bir düşünün; en az 5 günlük bir yiyecek ne kadar taze olabilir? Aldığınız yiyeceklerin hemen hepsi işlemden geçmiş, yollarda günlerce beklemiş; tabağınıza gelene kadar besin değeri ya azalmış ya da tamamen yok olmuş durumda. Eğer şanslıysanız, ihtiyacınız olan besinin %40’ını alırsınız.
KIŞIN YENEN DOMATES!
Artık turfanda diye bir şey kalmadı. Kışın domates, yazınsa mandalina yiyebiliyoruz. “Turfanda meyve-sebzeleri sayın” dense, kaçımız kışın ne yetiştiğini, yazın ne yetiştiğini bilebilir? “İşlenmiş gıda almıyorum, meyve-sebze alıyorum” diyenler; saflığınız gözlerimizi yaşarttı. İnancınızı yıkmak istemeyiz ama henüz hamken dalından kopartılan ve etilen gazıyla olgunlaştırılıp raflarda yerini alan bir domates, ne kadar sağlıklı olabilir?
YİYORLAR AMA DOYMUYORLAR
Gıda sektörünün endüstrileşmesi fast food’larla ortaya çıktı. Meşhur hamburgercilerin öncülük ettiği bu sektör, ilk başlarda arabaya servis şeklindeydi. Sonra sistemi değiştirdiler ve fabrika ortamını mutfağa taşıdılar. Eleman sayısını azaltıp maliyeti düşürerek ucuz ama lezzetli ürünler sundular. Buraya kadar çok masum görünüyorlar değil mi? Ama yaptıkları önemli bir şey vardı; yiyeceklerin içine monosodyum glutamat (MSG) koymak. Bu madde, beyindeki açlık sinyali veren bölüme etki ederek iştah sistemini bozuyordu; insanlar normalinden daha çabuk acıkıyor, yiyor ama doymuyorlardı.
FAS FOOD'UN TEHLİKESİ
Fast food endüstrinin büyümesi, tek tip yemek anlayışıyla birlikte pek çok kaçınılmaz sonucu da beraberinde getirdi. Malum markalar, hamburgerlerinin her yerde aynı tatta olmasını istediklerinden sığır kıymasının üretim şeklini değiştirdi. Şoklayarak soğutma ve yine aynı yöntemle pişirme, yiyeceklerde kanserojen madde oluşmasına sebep oldu. Hidrojenle birleştirilmiş yağlar, suni renklendirici ve tatlandırıcılar ise bu etkiyi artırdı. Şimdi size bu tarz sosların hemen hemen hiçbirinde sosun kaynağını oluşturan sebze veya meyve yok desek, ne dersiniz! Örneğin; ketçabın içinde hiç domates olmaması gibi.
OTA SAHİP ÇIKMAK
Fast food sektörü, et ihtiyacını karşılamakta zorlanınca, daha hızlı gelişmeleri için sığırlara ot yerine mısır yedirilmeye başlandı. Mısır, sığırların işkembesinde E. coli, yani koli basili bakterisinin üremesine yol açtı. Hatırlarsınız, vakti zamanında bu bakteri nedeniyle dünyanın pek çok yerinde insanlar öldü…
Fabrika görünümünde hayvan çiftliklerinden çıkan hayvansal atıklar doğayı da kirletti. Bakteri suya bulaştı. Artık koli basili yalnızca o hayvandan üretilen kıymadan değil, eko döngü nedeniyle ıspanaktan veya elma suyundan bile bulaşabilirdi. Bu bakteriyi önlemek için yapılması gereken şeyse aslında sadece sığıra, doğasına uygun bir şekilde ot yedirmekti. Ama gıda endüstrisi bunu yapmaya hiç yanaşmadı. Kazanacakları milyonlar insan hayatından daha önemliydi çünkü.
FASULYE NEDEN TEKEL?
Aynı şey soya fasulyesi için de geçerliydi. Soya fasulyesi ticaretinde, tohumdan süpermarkete kadar tüm pazarı elinde tutan bir tröst, fasulyenin genetiği ile oynadı ve yapısını bozdu; daha ticari bir ürün hâline getirdi ve patentini aldı. Bugün -ismi lazım değil- bu tröstün izni olmadan ve onun genetiğiyle oynanmış tohumunu kullanmadan, soya fasulyesi üretimi yapılamıyor.
ÇILGINLIĞA VARMIŞ
Dünya üzerinde fast food tüketimi öyle çılgın boyutlara varmış durumda ki, gıda zincirleri için yetiştirilen hayvanlara yedirilen tahıl miktarı ile Afrika’da açlık çeken milyonlarca insanı doyurmak mümkün. Adını hepimizin bildiği, hepimizin hamburgerlerini yediği bu fast food zincirleri, dünya üzerinde üretilen tahılın yüzde 70’ini satın alıyor.
ANTİBİYOTİKLİ TAVUK ETİ
Tavuk üreticileri, yoğun talebi karşılamak için tavukların gelişim sürecine müdahale ediyor. Civcivlere verilen yemlerin içine çeşitli kimyasallar ekleniyor ve normal döngüsünde 70 günde büyüyen bir tavuk, 48 günde neredeyse iki katı büyüklüğe ulaşıyor. Bir civciv 7 hafta sonra 2,5 kg ağırlığa sahip oluyor. O kadar hızlı büyüyorlar ki, iç organları ve kemikleri bu hıza yetişemiyor. Tavukların çoğu ayağa kalkıp birkaç adım attıktan sonra düşüyor; kemikleri gelişmediği için kendi ağırlıklarını taşıyamıyorlar. Böylesine seri üretimin yapıldığı çiftliklerde bakteri oluşumunu ve hastalıkları önlemek içinse tavuklara düzenli olarak antibiyotik veriliyor.
YA ŞEKERLERE NE DEMELİ
Şekerler, sakızlar, meyve suları; kısacası kimyasallarla renklendirilmiş olan ve rafine edilmiş karbonat içeren gıdaların tümü, son yılların en sık görülen davranış bozukluğu hiper aktiviteye sebep oluyor. Yapılan araştırmalar, “attention deficit hyperactivity disorder”, yani hiperaktivite sorunu olan çocukların yüzde 80’inin, bu besinleri tüketmeyi kestikten çok kısa bir zaman sonra -yaklaşık iki hafta içinde- tedaviye olumlu sonuç verdiğini ortaya koydu.
GLİKOZUN VERDİĞİ ZARARLAR
Meyve suyu, soda, asitli içecekler, ketçap, peynir, hazır kek, bisküvi, çikolata, şekerleme, hazır ekmekler ve hatta işlenmiş ette dâhi bulunan yüksek fruktozlu glikoz, pek çok hastalığın da davetiyesi, tetikçisi oldu. Kalp rahatsızlıkları, diyabet, obezite, hipertansiyon ve kanser bu hastalıkların en önemlileri. Bu durumun önüne geçmek isteyen bilinçli ülkeler, özellikle çocukları, karaciğeri tahrip eden bu maddeden uzak tutmak için okul kantinlerinde bu tür ürünlerin satılmasını yasakladı.
AMBALAJI OKUMAK KANDIRMACA
Ambalajların üzerindeki açıklamalar, yiyeceğin içinde yer alan maddelerin hepsini içermiyor. Mesela, yiyeceklerin yüksek sıcaklıkta pişirilmesi sonucu ortaya çıkan “crylamides” gibi kansere sebep olan kimyasallar, üretim sürecinde kullanılan kimyasal çözücüler ve zirai ilaçlar etiketlerde hiçbir şekilde yer almıyor. Daha da önemlisi bugün, raflardaki ürünlerin yüzde 70’inin genetiği değiştirilmiş olduğu hâlde, hiçbirinin üzerinde GDO’ludur ibaresi yok!
HAVAYA ve SUYA YAPILANLAR
Toprağa, havaya ve suya yaptıklarımız bağışlanamayacak denli korkunç. Bize ürün veren toprağa kattığımız gübre üç çeşit mineralden oluşuyor; nitrojen, fosfor ve potasyum. Ama problem şu ki toprak kendini yenilemek için çok daha fazlasına, 50’nin üzerinde minerale ihtiyaç duyuyor. Kalsiyum, manganez, magnezyum, çinko, demir nerede? Bu mineraller artık toprakta yok. Toprağın yetersizliği yüzünden bitkiler zayıf kalıyor, hastalıklara ve haşerelere karşı kendilerini koruyup yenileyemiyorlar. Bu işi de ilaçlayarak, yapay yöntemlerle biz yapıyoruz. Çiftçilerin tohumlarını da ilaçlarını da aynı şirketlerden almalarında sizce de bir gariplik yok mu?
GIDA YERİNE PETROL YİYORUZ
Endüstrileşmiş tarım ve hayvancılık sektörü için petrol bağımlısı diyebiliriz. Marketlerden aldığımız her bir ürünle hepimiz biraz da petrol yiyoruz aslında. Bu devasa endüstri, dünya çapındaki tüm ulaşım araçlarının -arabaların, kamyonların, trenlerin, gemilerin ve uçakların- toplamının oluşturduğu sera gazı (CO2) salınımının yüzde 51’inden sorumlu. Ayrıca doğaya CO2’den bile daha çok zarar veren azot oksit salınımının da yüzde 65’inden.
RAKAMLAR KONUŞUYOR
Tüketilen sadece oksijenimiz değil. Bu endüstri aynı zamanda suyu, ormanları ve toprağı da sömürüyor. Bir litre süt elde edebilmek için bin litre su tüketiliyor; yalnızca bir kilo biftek için harcanan su miktarı ise tam 19 bin litre. Fast food sektörüne kurban edilecek hayvanları yetiştirmek için yağmur ormanları yok ediliyor; yerine, sırf bu hayvanlar -ve dolaylı olarak biz- yesin diye mısır ve soya ekiliyor. Gezegenimize oksijen sağlayan noktalardan biri olan Amazon ormanlarındaki tahribat oranı ise yüzde 91’e çıkmış durumda. Fast food ve işlenmiş gıda sektörünün ihtiyacını karşılayabilmek için ayrılan tarım ve hayvan çiftliklerinin kapladığı alan belki inanmayacaksınız ama dünya kara alanlarının yüzde 45’ine denk geliyor.
kış
YEDİKLERİMİZDEKİ TEHLİKENİN NE KADAR FARKINDAYIZ?
Bizim meslekten olan Şengül Durucu, üşenmemiş ve "Yiyecek Üreticilerinin Bilmemizi Asla İstemediği 14 Tehlikeyi" yalın bir uslüple kaleme almış.
Her gün pazardan, kim olduğu bilinmeyen üreticiden ve de halkı sömürmek için kurulan o koca koca dev mağazalardan aldığımız gıda maddelerinin ne kadar güvenli olup olmadığına aldırmadan satın aldığımız yiyeceklerle karnımızı doyurmaya çalışmamız işte bu yazının içeriğinde de göreceğiniz gibi bizi, çocuklarımızı ve ailemizin tüm fertlerini olmadık hastalık illetlerine bulaştırıyor.
O nedenle bu yazı dizisini dikkatlice okumanızı tavsiye ediyoruz.
YİYECEĞİN İLACIN MI?
M.Ö. 400’lerde Hipokrat, insan vücudunun doğuştan kendini iyileştirme yetisi olduğuna inandı; öyleydi de.
Ve ta o zamanlarda, bugün modern çağda çevrecilerin, doğaseverlerin söylediği şeyi söyledi: “Bırak yiyeceğin ilacın olsun, ilacın yiyeceğin…” İnsanların yapması gereken sadece ne yediğine dikkat etmek ve sağlıklı beslenmekti. Aradığı her türlü şifa, doğada vardı. Fakat bunun bilinmesi kimseye para kazandırmazdı. İlaç, sağlık ve elbette gıda endüstrisi para istiyordu. İnsanların özensizliği, kapitalistlerin para hırsıyla birleşti; diyabet, obezite, kalp hastalıkları ve kanser arttı. Genetiği değiştirilmiş bitkiler, doğal ortamını unutmuş hayvanlar, gıda katkı maddeleri, haftalarca beklese dahi bozulmayacak kadar yapay gıdalar…
Artık uyanma ve Feuerbach’ın “Ne yersen, osun.” sözüne kulak verme zamanı gelmedi mi?
TAZE ÜRÜN TÜKETENLERDEN MİSİNİZ?
Süpermarketten bir şeyler aldınız, taze olduğunu düşünüyorsunuz. Ama siz onu satın alana kadar en iyi ihtimalle 1 hafta geçti. Şöyle bir düşünün; en az 5 günlük bir yiyecek ne kadar taze olabilir? Aldığınız yiyeceklerin hemen hepsi işlemden geçmiş, yollarda günlerce beklemiş; tabağınıza gelene kadar besin değeri ya azalmış ya da tamamen yok olmuş durumda. Eğer şanslıysanız, ihtiyacınız olan besinin %40’ını alırsınız.
KIŞIN YENEN DOMATES!
Artık turfanda diye bir şey kalmadı. Kışın domates, yazınsa mandalina yiyebiliyoruz. “Turfanda meyve-sebzeleri sayın” dense, kaçımız kışın ne yetiştiğini, yazın ne yetiştiğini bilebilir? “İşlenmiş gıda almıyorum, meyve-sebze alıyorum” diyenler; saflığınız gözlerimizi yaşarttı. İnancınızı yıkmak istemeyiz ama henüz hamken dalından kopartılan ve etilen gazıyla olgunlaştırılıp raflarda yerini alan bir domates, ne kadar sağlıklı olabilir?
YİYORLAR AMA DOYMUYORLAR
Gıda sektörünün endüstrileşmesi fast food’larla ortaya çıktı. Meşhur hamburgercilerin öncülük ettiği bu sektör, ilk başlarda arabaya servis şeklindeydi. Sonra sistemi değiştirdiler ve fabrika ortamını mutfağa taşıdılar. Eleman sayısını azaltıp maliyeti düşürerek ucuz ama lezzetli ürünler sundular. Buraya kadar çok masum görünüyorlar değil mi? Ama yaptıkları önemli bir şey vardı; yiyeceklerin içine monosodyum glutamat (MSG) koymak. Bu madde, beyindeki açlık sinyali veren bölüme etki ederek iştah sistemini bozuyordu; insanlar normalinden daha çabuk acıkıyor, yiyor ama doymuyorlardı.
FAS FOOD'UN TEHLİKESİ
Fast food endüstrinin büyümesi, tek tip yemek anlayışıyla birlikte pek çok kaçınılmaz sonucu da beraberinde getirdi. Malum markalar, hamburgerlerinin her yerde aynı tatta olmasını istediklerinden sığır kıymasının üretim şeklini değiştirdi. Şoklayarak soğutma ve yine aynı yöntemle pişirme, yiyeceklerde kanserojen madde oluşmasına sebep oldu. Hidrojenle birleştirilmiş yağlar, suni renklendirici ve tatlandırıcılar ise bu etkiyi artırdı. Şimdi size bu tarz sosların hemen hemen hiçbirinde sosun kaynağını oluşturan sebze veya meyve yok desek, ne dersiniz! Örneğin; ketçabın içinde hiç domates olmaması gibi.
OTA SAHİP ÇIKMAK
Fast food sektörü, et ihtiyacını karşılamakta zorlanınca, daha hızlı gelişmeleri için sığırlara ot yerine mısır yedirilmeye başlandı. Mısır, sığırların işkembesinde E. coli, yani koli basili bakterisinin üremesine yol açtı. Hatırlarsınız, vakti zamanında bu bakteri nedeniyle dünyanın pek çok yerinde insanlar öldü…
Fabrika görünümünde hayvan çiftliklerinden çıkan hayvansal atıklar doğayı da kirletti. Bakteri suya bulaştı. Artık koli basili yalnızca o hayvandan üretilen kıymadan değil, eko döngü nedeniyle ıspanaktan veya elma suyundan bile bulaşabilirdi. Bu bakteriyi önlemek için yapılması gereken şeyse aslında sadece sığıra, doğasına uygun bir şekilde ot yedirmekti. Ama gıda endüstrisi bunu yapmaya hiç yanaşmadı. Kazanacakları milyonlar insan hayatından daha önemliydi çünkü.
FASULYE NEDEN TEKEL?
Aynı şey soya fasulyesi için de geçerliydi. Soya fasulyesi ticaretinde, tohumdan süpermarkete kadar tüm pazarı elinde tutan bir tröst, fasulyenin genetiği ile oynadı ve yapısını bozdu; daha ticari bir ürün hâline getirdi ve patentini aldı. Bugün -ismi lazım değil- bu tröstün izni olmadan ve onun genetiğiyle oynanmış tohumunu kullanmadan, soya fasulyesi üretimi yapılamıyor.
ÇILGINLIĞA VARMIŞ
Dünya üzerinde fast food tüketimi öyle çılgın boyutlara varmış durumda ki, gıda zincirleri için yetiştirilen hayvanlara yedirilen tahıl miktarı ile Afrika’da açlık çeken milyonlarca insanı doyurmak mümkün. Adını hepimizin bildiği, hepimizin hamburgerlerini yediği bu fast food zincirleri, dünya üzerinde üretilen tahılın yüzde 70’ini satın alıyor.
ANTİBİYOTİKLİ TAVUK ETİ
Tavuk üreticileri, yoğun talebi karşılamak için tavukların gelişim sürecine müdahale ediyor. Civcivlere verilen yemlerin içine çeşitli kimyasallar ekleniyor ve normal döngüsünde 70 günde büyüyen bir tavuk, 48 günde neredeyse iki katı büyüklüğe ulaşıyor. Bir civciv 7 hafta sonra 2,5 kg ağırlığa sahip oluyor. O kadar hızlı büyüyorlar ki, iç organları ve kemikleri bu hıza yetişemiyor. Tavukların çoğu ayağa kalkıp birkaç adım attıktan sonra düşüyor; kemikleri gelişmediği için kendi ağırlıklarını taşıyamıyorlar. Böylesine seri üretimin yapıldığı çiftliklerde bakteri oluşumunu ve hastalıkları önlemek içinse tavuklara düzenli olarak antibiyotik veriliyor.
YA ŞEKERLERE NE DEMELİ
Şekerler, sakızlar, meyve suları; kısacası kimyasallarla renklendirilmiş olan ve rafine edilmiş karbonat içeren gıdaların tümü, son yılların en sık görülen davranış bozukluğu hiper aktiviteye sebep oluyor. Yapılan araştırmalar, “attention deficit hyperactivity disorder”, yani hiperaktivite sorunu olan çocukların yüzde 80’inin, bu besinleri tüketmeyi kestikten çok kısa bir zaman sonra -yaklaşık iki hafta içinde- tedaviye olumlu sonuç verdiğini ortaya koydu.
GLİKOZUN VERDİĞİ ZARARLAR
Meyve suyu, soda, asitli içecekler, ketçap, peynir, hazır kek, bisküvi, çikolata, şekerleme, hazır ekmekler ve hatta işlenmiş ette dâhi bulunan yüksek fruktozlu glikoz, pek çok hastalığın da davetiyesi, tetikçisi oldu. Kalp rahatsızlıkları, diyabet, obezite, hipertansiyon ve kanser bu hastalıkların en önemlileri. Bu durumun önüne geçmek isteyen bilinçli ülkeler, özellikle çocukları, karaciğeri tahrip eden bu maddeden uzak tutmak için okul kantinlerinde bu tür ürünlerin satılmasını yasakladı.
AMBALAJI OKUMAK KANDIRMACA
Ambalajların üzerindeki açıklamalar, yiyeceğin içinde yer alan maddelerin hepsini içermiyor. Mesela, yiyeceklerin yüksek sıcaklıkta pişirilmesi sonucu ortaya çıkan “crylamides” gibi kansere sebep olan kimyasallar, üretim sürecinde kullanılan kimyasal çözücüler ve zirai ilaçlar etiketlerde hiçbir şekilde yer almıyor. Daha da önemlisi bugün, raflardaki ürünlerin yüzde 70’inin genetiği değiştirilmiş olduğu hâlde, hiçbirinin üzerinde GDO’ludur ibaresi yok!
HAVAYA ve SUYA YAPILANLAR
Toprağa, havaya ve suya yaptıklarımız bağışlanamayacak denli korkunç. Bize ürün veren toprağa kattığımız gübre üç çeşit mineralden oluşuyor; nitrojen, fosfor ve potasyum. Ama problem şu ki toprak kendini yenilemek için çok daha fazlasına, 50’nin üzerinde minerale ihtiyaç duyuyor. Kalsiyum, manganez, magnezyum, çinko, demir nerede? Bu mineraller artık toprakta yok. Toprağın yetersizliği yüzünden bitkiler zayıf kalıyor, hastalıklara ve haşerelere karşı kendilerini koruyup yenileyemiyorlar. Bu işi de ilaçlayarak, yapay yöntemlerle biz yapıyoruz. Çiftçilerin tohumlarını da ilaçlarını da aynı şirketlerden almalarında sizce de bir gariplik yok mu?
GIDA YERİNE PETROL YİYORUZ
Endüstrileşmiş tarım ve hayvancılık sektörü için petrol bağımlısı diyebiliriz. Marketlerden aldığımız her bir ürünle hepimiz biraz da petrol yiyoruz aslında. Bu devasa endüstri, dünya çapındaki tüm ulaşım araçlarının -arabaların, kamyonların, trenlerin, gemilerin ve uçakların- toplamının oluşturduğu sera gazı (CO2) salınımının yüzde 51’inden sorumlu. Ayrıca doğaya CO2’den bile daha çok zarar veren azot oksit salınımının da yüzde 65’inden.
RAKAMLAR KONUŞUYOR
Tüketilen sadece oksijenimiz değil. Bu endüstri aynı zamanda suyu, ormanları ve toprağı da sömürüyor. Bir litre süt elde edebilmek için bin litre su tüketiliyor; yalnızca bir kilo biftek için harcanan su miktarı ise tam 19 bin litre. Fast food sektörüne kurban edilecek hayvanları yetiştirmek için yağmur ormanları yok ediliyor; yerine, sırf bu hayvanlar -ve dolaylı olarak biz- yesin diye mısır ve soya ekiliyor. Gezegenimize oksijen sağlayan noktalardan biri olan Amazon ormanlarındaki tahribat oranı ise yüzde 91’e çıkmış durumda. Fast food ve işlenmiş gıda sektörünün ihtiyacını karşılayabilmek için ayrılan tarım ve hayvan çiftliklerinin kapladığı alan belki inanmayacaksınız ama dünya kara alanlarının yüzde 45’ine denk geliyor.
kış
FACEBOOK YORUMLAR