Türk siyasetinde bazı ezberler kolay kolay değişmiyor.
Biri bastırıldığında, diğeri parlar.
Biri mağdur olduğunda, büyür.
Süreçler, aktörler, şartlar değişse de halkın vicdanı aynı refleksi gösteriyor: Haksızlığa uğrayanı sahiplenmek.
Bugün bu kadim döngüde dikkat çeken bir değişim yaşanıyor:
Mağduriyet artık bir kader ya da tesadüf değil; bilinçli bir stratejiye dönüşmüş durumda.
Bir dava, bir soruşturma, bir baskı...
Eskiden bunlar siyasi figürleri zayıflatabilirdi.
Bugünün siyasetinde ise doğru yönetildiğinde, liderlik kariyerinin en güçlü yapı taşlarına dönüşebiliyor.
Ve işte bu yeni dönemin adı: Kontrollü Mağduriyet Çağı.
Kontrollü Mağduriyet Nedir?
Kontrollü mağduriyet; kontrol edilemeyecek gibi görünen veya olumsuz sonuçlar doğurabilecek bir sürecin başlangıcında ya da ortasında, bilinçli şekilde bir miktar zararı kabul ederek, süreci yönetilebilir hale getirme ve bu durumdan avantaj sağlama stratejisidir.
Görünürde mağdur olanlar, gerçekte sürecin mimarına dönüşüyor.
Siyaset artık yalnızca haklı olmakla değil, mağduriyeti nasıl yönettiğinizle ilgili bir mücadeleye çevrildi.
Erdoğan ve İmamoğlu, Kaderin Paralel Akışı
Ekrem İmamoğlu’nun yaşadığı süreç, ister istemez 1990'ların sonundaki Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşadıklarıyla karşılaştırılıyor.
İkisi de Doğu Karadeniz kökenli.
İkisi de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan yükseldi.
İkisi de halkla sıcak ilişki, futbolla bağlar ve güçlü hitabet yetenekleriyle dikkat çekti.
İkisi de bir söz ya da şiir yüzünden cezalandırıldı.
İkisi de sistem tarafından dışlandıkça halk nezdinde büyüdü.
İkisi de "halkın içinden gelen" lider imajı çizdi.
İkisi de önce medyada görmezden gelindi, sonra hedef haline geldi.
İkisi de siyasi çıkışlarını "mazlum ve mağdur" kimliği üzerinden kurdu.
İkisi de yerel başarıyı ulusal siyasete sıçrama zemini olarak kullandı.
İkisi de kurulu düzene karşı “halk iradesi” söylemiyle güç kazandı.
Ve Türk milleti, her zaman mağdur edilen liderlere kalbini açtı.
O gün Erdoğan "şiir okuduğu için hapse atılan adam" olarak büyüdü.
Bugün İmamoğlu da bir söz yüzünden siyasi yasak tehdidiyle halkın vicdanında yer edinmeye çalışıyor.
Tüm bu paralellikler, Napolyon’un şu sözünü akla getiriyor:
İki kez tekrar eden olay, tesadüf değildir.
Gerçekten de bu kadar tesadüf insanı düşündürüyor:
Türk siyasetine yeniden "olgunlaştırılmış bir Erdoğan mayası" mı çalınıyor?
Belgeler, Kasetler ve Değişen Algı
İmamoğlu’na yönelik son dönemde servis edilen belgeler, görüntüler ve iddialar, eski Türkiye’de etkili olan "kaset siyaseti"ni hatırlatıyor.
Ancak tablo artık çok farklı.
Bugünün seçmeni, belgelerin içeriğinden çok neden şimdi servis edildiğine ve kimin servis ettiğine odaklanıyor.
Hele ki yapay zekâ destekli belgelerin, videoların havada uçuştuğu bir çağda…
İnsanlar belgeleri değil, algıyı tartıyor.
Ve görünen o ki bu belgeler, İmamoğlu’nun mağduriyet anlatısını zayıflatmak yerine daha da güçlendiriyor.
Tıpkı 17-25 Aralık sürecinde olduğu gibi.
Tıpkı Halil Falyalı dosyasının yankı bulmamasında olduğu gibi.
Belgeler değil, algılar kazanıyor.
Sadece İmamoğlu mu?
İmamoğlu yaşadığı mağduriyeti kişisel bir dram olarak sunmuyor.
Aksine, onu toplumsal bir mücadeleye dönüştürüyor.
Bu süreç yalnızca İmamoğlu'nu değil, CHP'yi de yeni bir pozisyona taşıyor:
"Baskı altındaki demokratik güç" algısıyla, kamuoyunda yeni bir sempati ve meşruiyet alanı inşa ediliyor.
Üstelik bu mağduriyet süreci, CHP ve ittifak içindeki olası alternatif cumhurbaşkanı adaylarını geri plana itiyor, İmamoğlu’nu öne çıkarıyor.
Kriz, liderlik etrafında güç birliği oluşturmanın bir aracı haline geliyor.
İmamoğlu’nun Mağduriyetinin İç Politikadaki Yankısı
İmamoğlu’nun yaşadığı süreç, sadece iktidara karşı bir direniş zemini oluşturmakla kalmadı.
Aynı zamanda CHP ve muhalefet içindeki diğer potansiyel adayların görünürlüğünü de zayıflattı.
Bugün Erdoğan için yapılan "tek adam" eleştirileri, muhalefet tarafında "tek aday" gerçeğine dönüşmüş durumda.
Kamuoyunda oluşan "adalet arayan lider" algısı, İmamoğlu'na doğal bir üstünlük sağlarken, diğer figürlerin gölgede kalmasına yol açıyor.
Bu nedenle bazı çevrelerde, İmamoğlu’nun mağduriyet sürecini yalnızca bir savunma değil, ittifak içi güç mücadelesinde stratejik bir araç olarak kullandığı düşüncesi giderek güç kazanıyor.
Peki ya Ümit Özdağ ve Zafer Partisi?
Benzer bir mağduriyet stratejisi Ümit Özdağ ve Zafer Partisi için de geçerli.
Özdağ, özellikle sığınmacı politikalarına karşı yürüttüğü sert muhalefetle, sistem dışı bir direniş figürüne dönüşüyor.
Ana akım medyada görmezden gelinmesi, hedef alınması, hatta son olarak hakkında verilen tutuklama kararı, onu kendi kitlesi nezdinde daha da meşru hale getiriyor.
Türk milletinin tarihsel refleksi gereği mağdura yönelmesi, Özdağ’ın görünürlüğünü artırırken Zafer Partisi’nin anketlerdeki yükselişini de hızlandırıyor.
Zafer Partisi, bu mağduriyet hissini büyüterek, kendisini "görülmeyen gerçeklerin savunucusu" konumunda pekiştiriyor.
Dışarıdan Bakınca: Sessizlikler ve Övgüler
İçeride bu dinamikler yaşanırken, dış politikada da dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor.
ABD, İmamoğlu sürecine karşı sessiz kalmayı tercih ediyor.
Bu sessizlik, Erdoğan’a dolaylı bir diplomatik alan açılması olarak yorumlanıyor.
Öte yandan Avrupa Birliği, İmamoğlu’na açık destek veriyor.
Daha ilginç olanı ise Trump cephesinde yaşanıyor:
Trump 2.0 hareketi, dünya genelinde yalnızca üç lideri abartılı biçimde övüyor: Putin, Netanyahu ve Erdoğan.
Trump’ın Erdoğan’a yönelik övgüleri, zaman zaman diplomatik teamülleri bile zorluyor.
Bu aşırı dostane ifadeler, bazı gözlemcilerde “Trump gerçekten mi böyle düşünüyor, yoksa ironik bir dil mi kullanıyor?” sorusunu da gündeme getiriyor.
Bu tablo, dünyada "güçlü lider" tipinin yeniden kutsandığını; buna karşı kurumsal, demokratik refleksli yeni lider figürlerinin doğduğunu gösteriyor.
İmamoğlu'na Yönelik Eleştiriler: Sadece İktidar Cephesinden mi?
İmamoğlu’nun yükselişi yalnızca iktidar cephesinde değil, muhalefet blokunda da ciddi tartışmalar yaratıyor.
Onu istemeyenler sadece Erdoğan ve Cumhur İttifakı çevresiyle sınırlı değil.
Milliyetçi ve ulusalcı muhalif çevrelerde de İmamoğlu’na karşı önemli bir mesafe var.
Bu gruplar, İmamoğlu'nu "Erdoğan siyasetinin güncellenmiş bir devamı" olarak görüyor; daha küresel uyumlu, daha liberal ve geleneksel ulusal değerlerden uzak bir lider profili çizdiği kanaati güçleniyor.
Dolayısıyla mağduriyet üzerinden doğan sempatiye rağmen, ulusalcı-milliyetçi muhalefetin kayda değer bir bölümü İmamoğlu’na temkinli yaklaşıyor.
Bu kesimin gözünde ise daha çok Mansur Yavaş gibi figürler öne çıkıyor.
Sonuç: Yeni Siyaset, Yeni Liderlik
Türkiye'de siyaset artık sadece yol, köprü, ekonomi veya dış politika anlatmıyor.
Siyaset, halkın vicdanına ve duygularına sesleniyor.
İcraat yetmiyor; insanlara bir hikâye, bir adalet mücadelesi sunmanız gerekiyor.
İmamoğlu ve benzer figürler işte bu hikâyeyi kurguluyor.
Ve günün sonunda artık herkes şunu biliyor:
Siyaset artık kasetlerle ya da projelerle değil; karakterle ve mağduriyeti doğru yönetenlerle kazanılıyor.
Bunun temel nedeni ise, siyasetin son dönemde kutuplaştırılarak seçmeni saflara ayırması; seçmenin siyasetin içinde siyasallaştırılması ve sadece "taraf" halinde kitleleştirilmesi.
Artık seçmen yalnızca vaatlere değil; liderin hikâyesine, duruşuna ve mağduriyet karşısındaki yönetim becerisine bakıyor.
FACEBOOK YORUMLAR