YENI TÜRKIYE'NIN ÜNIVERSITE KODLARI

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektör Adayı Prof

YENI TÜRKIYE'NIN ÜNIVERSITE KODLARI
17 Nisan 2016 - 17:24
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektör Adayı Prof. Dr. Mahmut Aydın, Ankara’da yayınlanan aylık siyaset, strateji ve toplum dergisi Haber Ajanda’nın Nisan sayısında Yeni Türkiye’nin Üniversite kodlarını yazdı.

[gallery ids="48682"]
Aydın yazısında, “Sayın Cumhurbaşkanımız’ın 10 Ağustos 2014’te halkın oylarıyla seçilmesi Türkiye’de artık yeni bir dönemin başladığının habercisiydi” diyerek şöyle devam etti;
ÜNİVERSİTELERDE ZİHNİYET DÖNÜŞÜMÜ
“Yeni Türkiye” söylemi ile ifade edilen bu yeni dönem, Türkiye’de dış politikadan ekonomiye, sosyal politikalardan eğitime tüm alanlarda köklü yapısal değişikliklere gidileceğinin de işaretiydi. Eski Türkiye’nin en belirgin özelliği olan seçkinciliğin ve elitizmin yerini, artık halkın iradesinin hâkim olduğu ve her şeyin halk için yapılmaya çalışıldığı Yeni Türkiye’de üniversitelerin de “seçkinci bakış açılarını” terk etmesi, varlık nedenleri olan toplumu merkeze almaları gerekliliği doğmuştur. Üniversitelerde bu zihniyet dönüşümünün gerçekleştirilebilmesi için en üst biriminden yani rektörlükten en alt birimine yani anabilim dalı başkanlıklarına kadar yeni bir zihinsel formata ihtiyaç vardır.
Bu yazının amacı; bilgiyi üretme, öğretme, sunma ve yayma şeklinde dört temel fonksiyonu olan üniversitelerin Yeni Türkiye’de nasıl bir işleve sahip olmaları gerektiğini konusunu üniversitelerin yönetimsel, kurumsal, kayırmacılık ve akademik seçkincilik sorunu bağlamında ele almaktır.
YÖNETIM SORUNU
Üniversitelerin yönetimsel sorunları bağlamında gündeme gelen ilk soru, en üst idareci konumundaki rektörün nasıl bir profile sahip olması gerektiği hususudur. Darbe anayasasının ürünü, merkeziyetçi YÖK yapılanmasının ve onun üniversitelerdeki uzantısı olan ve tüm yetkileri elinde bulunduran, profil olarak genellikle “her şeyi bilirim ve yaptığım her şey de doğrudur” mantığıyla üniversiteleri yöneten rektör anlayışının bugüne kadar getirdikleri ortadadır. Yeni Türkiye’de bu anlayışa uygun bir zemin söz konusu değildir. Bunun için elbette özgürlükleri azami ölçüde genişleten yeni bir anayasanın ve bu yeni anayasa çerçevesinde hazırlanacak esnek bir yükseköğretim yasasına ihtiyaç vardır. Bu konuda hem yasa yapıcılar hem de konunun uzmanları çalışmalarını sürdürse de Haziran 2016’da 21 üniversitede gerçekleştirilecek rektörlük seçimlerinin ve akabinde gerçekleştirilecek olan rektör atamalarının büyük olasılıkla mevcut yasal düzenleme bağlamında yapılacak olmasından hareketle Yeni Türkiye’nin ideal üniversite yönetiminin nasıl olması sorusundan ziyade mevcut şartlar altında üniversite yönetimleri hangi kodlar üzerinde oluşursa Yeni Türkiye’nin inşasında daha etkin ve yapıcı rol oynarlar hususu üzerinde durulmalıdır.
Yeni Türkiye’nin inşasında öncü rol oynayacak iyi yetişmiş donanımlı genç nesillere ihtiyaç olduğu izahtan varestedir. Ancak bu nesillerin vesayet odaklarından kurtularak yönetim sorununu aşmış ve tüm enerjisini eğitim, araştırma ve ARGE’ye tahsis etmiş üniversitelerce yetiştirilmesi mümkündür. Sadece bu olgusal gerçeklik bile Yeni Türkiye’nin yeni rektör profilinin Eski Türkiye’den farklı olması gerektiğini kendiliğinden ortaya koymaktadır.
Peki üniversitelerde yapılan rektörlük seçim süreçleri nasıl işliyor? Bu süreçlerde “Nasıl bir rektör” sorusundan ziyade “Kim rektör olsun” ya da “Hangi grubun adayı rektör olsun” şeklinde bir olgudan hareket edildiğini görmekteyiz. Hâlbuki genelde tüm dünyada özelde ise ülkemizde, yükseköğretim alanında önemli değişimlerin yaşandığı dikkate alındığında, üniversitelerin en üst idarecileri olan rektörlerin yaşanan değişime liderlik etme kabiliyetine sahip olması ve yöneticisi olduğu üniversitenin kurullarına başkanlık etmesi, birimleri denetleyip onlara rehberlik etmesi ve böylece üniversitenin stratejik hedeflerini gerçekleştirmesini sağlaması gerekmektedir. Üniversitelerde yaşanan rektörlük seçim süreçlerinde vesayetçi Eski Türkiye’nin bir alışkanlığı olan “Kim rektör olsun” sorusu yerine vesayetçi anlayışın tarihin çöp sepetine atıldığı Yeni Türkiye’de “Nasıl bir rektör olmalı” sorusunun yüksek sesle dillendirilmesinin daha doğru olacağı muhakkaktır. Çünkü topluma yön veren ve sosyal değişimin unsurları olan üniversiteler, liderin çizmiş olduğu vizyona ulaşabilmek için konmuş ilkeleri ve kuralları uygulayan yöneticilere değil, vizyon ortaya koyan liderlere ihtiyaç duymaktadır.
Bilindiği üzere mevcut uygulamaya göre üniversitelerde “rektör adayı belirleme seçimleri” yapılmakta, belirlenen adaylar arasından atama yapılmaktadır. Ancak atanan rektörün “herkesin rektörü” olamaması ve bunun sonucunda da üniversitelerin iyi yönetilememesinin en temel nedeni, yönetimlerin bir şekilde kendi egolarının, çıkar gruplarının veya “legal görümlü illegal” oluşumların etkisinde kalmasıdır. Bu süreçte rektörlere düşen görev, kendilerinden beklenen misyonun farkında olarak Yeni Türkiye’nin “Aydınlık Kadrolarını” yetiştirecek irade ve idari ehliyete sahip olmalarıdır. Buna göre rektör olarak atanacak öğretim üyesinin, idari becerisi ve kurumsal liderlik yeteneği yanında yönettiği üniversiteyi gizli gündemi olan illegal oluşumlardan temizleyebilecek sağlam bir irade ve kararlı bir duruş sahibi olması gerekmektedir. Çünkü irade gösteremeyen, inisiyatif kullanamayan, risk alamayan ve aldığı kararların arkasında duramayan bir rektörün, değil çıkar ve menfaat gruplarını bertaraf etmesi, tam tersine onların hizmetine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Yeni Türkiye’nin “Yeni Zihniyeti”nin kurucu kurumu olması gereken Üniversiteler böylece Eski Türkiye heveslilerinin kalesi olmaya devam edecektir.
Kurumsallaşma Sorunu
Yönetim sorunun ardından inşa ve gelişim sürecini sürdüren Türk yükseköğretiminin karşı karşıya olduğu temel sorunlardan bir diğeri de kurumsallaşmadır. İş akışı bağlamında yapı ve süreçlerin oluşturularak, kişi odaklılığın en asgari düzeye indirgenmesini ifade eden kurumsallaşmanın temel amacı sistemin kişilere bağımlılığının ortadan kaldırılarak kurumsal işleyiş yöntemlerinin geliştirilmesi ve bunun sonucunda da yönetim sürecinin sorumluların şahsi tercih ve seçimlerinden bağımsız biçimde işlemesi ve yönetsel sürekliliğinin temin edilmesidir. Kurumsallaşma ancak açık ve seçik bir şekilde tanımlanmış iş ve görev tanımları, kurallar, yönergeler, iş akışları, temel ilkeler, yetki ve sorumluluklarla, verilen yetki ve sorumluluğu taşıyabilecek liyakatli kişiler ve nihayet istişare ile alınmış kararlarla sağlanabilir. İfade ettiğimiz bu ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilecek bir kurumsallaşma hem sistemin sürekli biçimde değişim ve gelişime açık bir hâle getirilmesini ve yönetsel öğrenmeyi sağlar hem de her bir çalışanın sisteme gönüllülük esası çerçevesinde etkin bir katılımcılık anlayışıyla dahil olmasını temin eder. Öte yandan gelişen akademik kurumsal değerler, bir taraftan mensupların bir aidiyet duygusu ile kurumsal bünyede sosyalleşebilmesine imkân sağlarken diğer taraftan özgün bir örgüt kültürü üretilmesine de katkı sunar. Dahası kurumsallaşma akademik birimler arasında sosyo-kültürel uyumu artırıcı bir etki bir katkı sunacağından hem kurum içerisinde görev ve sorumluluk alanlarında yaşanması kaçınılmaz olan çatışmaların ortadan kaldırılmasında hem de yetki yoğunlaşmasından dolayı ortaya çıkabilecek muhtemel kötü yönetim pratiklerinin önüne geçilmesinde pozitif bir etki sağlar. Kısaca kurumsallaşma hem kaynak kullanımında etkinliğin hem de yüksek sinerjinin önünü açacak en önemli dinamik olarak görülmelidir.
Fakat burada bir ince hususun altını çizmek gerekir: Kurumsallaşma, “mevzuat merkezli olmak” değildir. Eğer böyle algılanır ise, o zaman bir arpa boyu yol alınması mümkün olmaz. Kurumsallaşmanın “mevzuat merkezli değil”, “insan merkezli” bir yönetim anlayışı ile gerçekleştirilmesi gerekir. Nitekim kurumsallaşma vizyonunun öngördüğü temel ölçütlerden birisi de bu insan-merkezliliğin en önemli göstergesi olan esnekliktir. Esneklik, hem kurumsal yapının çevresel gelişmelere hızlı biçimde uyum kapasitesini ve kabiliyetini artırır hem de mevzuatın yanı sıra yaşama yön veren etik ve kültürel değerler ile “suçun” yanı sıra ayıp ve günah gibi kavramların da varlığını bizlere hatırlatır. Bunları dikkate almadan sadece yasal/yasal değil ayrımı ile iş yapmak doğru olmaz. Zira yasaların her şeyi bütünüyle öngörmesini beklemek baştan yapılmış hata olur. Bu nedenle, artık ülkemizde hakim kılınması gereken anlayışın Sayın Cumhurbaşkanımız’ın da çeşitli konuşmalarında öne çıkardığı “insan merkezli yönetim” olduğuna inanmaktayız. Dolayısıyla kurumsallaşma sürecinde "mevzuattan önce zihniyet sorununu çözmek”, insan merkezli kurumsallaşma planları geliştirmek ve bunları hayata geçirmek, üniversiteler özelinde rektörlerin öncelikli politikaları olmalıdır.
KAYIRMACILIK SORUNU
“Belli bir birey, küme, düşünce ya da uygulamayı, bir başkasıyla karşılaştırıp aralarında bir seçim yapmak gerektiğinde nesnellikten uzaklaşıp yan tutma” anlamına gelen kayırmacılık etrafımızda genel olarak akraba, eş-dost, cemaat, tarikat, hemşehri veya yandaş kayırmacılığı şeklinde tezahür eden ciddi bir toplumsal sorundur. Çünkü kayırmacılık bunu yapanı adaletten tamamen uzaklaştırmakta ve sonuçta da hem bireysel hem de kamusal ahlakı erozyona uğratmaktadır. Toplumları çöküntüye götüren kayırmacılık illetinin yansımaları ne yazık ki akademik alanda da tüm varlığıyla kendini göstermektedir. Bu çerçevede üniversitelerde kayırmacılık gerek idari görevlerde gerekse akademik ilerleme süreçlerinde egemen olması gereken hak etme, layık olma, ehliyet sahibi olma, yaraşır olma gibi değerleri ifade eden liyakat ilkesini ortadan kaldırmaktadır. Bu durum kayırılan kişileri hak edilmeyen dolayısıyla hakkı verilemeyecek olan konumlara talip olmaya sevk ederek hem etik sınırları zorlayan bir davranış kültürü üretmekte hem de adil olmayan ayırımcılıklara yol açarak adalet ilkesini yerle bir etmektedir.
Kayırmacı ilişkiler ‘dikey ve hiyerarşik’ bir ilişkisellik üzerine kuruludur. Kayırılan kişi veya kişiler kayırana karşı diyet ödeme ve minnet duyma hissiyatı içinde olacağından, bu durum kamu hizmetlerinin yürütülmesinde hem kurumsal rasyonaliteyi ortadan kaldırmakta hem de kamu hizmetlerine giriş ve hizmet sunumunda eşitsizliğe yol açarak, adalet ve toplumsal güven duygusunu zedelemektedir.
Ehliyet sahibi olarak layık olma çabası yerini, emek vermeksizin erişme kolaycılığına yol açan kayırmacılık sadece toplumsal bir hastalık ve bir ahlak sorunu değil, aynı zamanda emeğin ve alın terinin kutsiyetini zedeleyerek toplumsal tembelliğe de yol açmaktadır. Akraba, eş-dost, dünya görüşü, cemaat ya da tarikat asabiyeti ile himaye etme kültürü üreten kayırmacılık toplumda derin bir güvensizlik hissi oluşturmakta, kolektif çıkar ilişkileri üzerinden üretilen bu patolojik yapılar, toplumsal çoğulculuğun dayanmış olduğu kültürel dinamikleri de yok etmektedir.
Siyasal ve bürokratik sistemin işleyişinin rasyonel zeminini tüketen kayırmacılık sorunu kamu hizmetinin yürütülmesinde etkinlik, yerindelik ve güvenilirlik ilkelerini de erozyona uğratmakta, çalışma barışını zedelemekte ve iş verimini düşürmektedir. Şu halde toplumsal güvenin yeniden tesisi ancak kamu yönetiminde liyakat ilkesinin devreye sokularak kurumsal aidiyet duygusunun pekiştirilmesiyle mümkün olacaktır.
AKADEMIK SEÇKINCILIK SORUNU
Modern bilim, bilimsellik, nesnellik, rasyonellik, evrensellik gibi kavramlarla ilintili olarak tanımlanan akademisyen veya akademisyenlik, maalesef ülkemizde geniş halk kitlelerinden mümkün mertebe uzakta kalmayı tercih etme, deyim yerinde ise fildişi kulede yaşamak anlamında algılanan oldukça steril bir kavramdır. Bu açıdan bakıldığında, akademisyenlik bir bakıma “akademik seçkincilik” ve “kültürel elitizm” anlamına gelmekte ve bu anlam çerçevesinde de akademisyen, kendini yaşadığı toplumdan soyutlayarak kendi halkına yabancılaşmaktadır.
Bilindiği üzere ülkemizdeki bilim paradigması 19. yüzyıl Batı dünyasındaki pozitivizm ve materyalizme özentiyle oluşturulmuştur. Bu olgu dikkate alındığında, akademik seçkincilik ve elitizmin temelde din, dindarlık ve muhafazakarlık karşıtlığıyla tezahür ettiği ve “Beyaz Türklük” kavramında ifadesini bulduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında “Beyaz Türklük”le özdeşleşen marjinal Eski Türkiye akademisyenlerin bazı tipik davranış kodlarının seçimlerden istemedikleri bir sonuç çıktığında kendi halkını tahkir etmeyi marifet bilmek, meşruiyetini halktan almış olan iktidarı devirmek için her türlü tertibe gönüllü olarak iştirak etmek, fikir ve düşünce özgürlüğü söylemine sığınarak kendi devletini uluslararası güçlere jurnallemek ve katil ilan eden bildiriler kaleme almak suretiyle adeta terör destekçiliği yapmak gibi faaliyetler olduğu rahatlıkla görülebilir.
Toplumunun dini ve kültürel değerlerini tanımaktan uzak ve onlara yabancılaşmış seçkinci ve elitist akademisyen tipinin “halkın iradesinin hâkim olduğu ve her şeyin halk için yapılmaya çalışıldığı Yeni Türkiye’nin inşasına hiçbir katkısının ve pozitif etkinliğinin olmayacağı aşikardır. Bu nedenle tahsil seviyesine ve seçkinciliğe güvenerek “topluma ayar vermeye çalışan” akademisyenler ya yaşadıkları toplumu tanıma zahmetinde bulunarak bu tutumlarını terk edecek ya da kendi fildişi kulelerinde yaşamaya devam edeceklerdir.

 

 

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum